Burası Cennet Olmalı

 

Bu filmi inceleyip yazabilmek için iki defa izlemem gerekti. Birincide zevk için izledim, ikincide görev ruhuyla.  

Filistinli yönetmen, Elya Süleyman’ın 2019 yılında gösterime giren Burası Cennet Olmalı filminde sezdirmeleri çok iyi vermiş. Benim aldığım mesaj, Filistin davası tek bir gücün, savaş ağalarının ya da tek bir dinin tekelinde değildir, film ilerledikçe aslında bunun da bir önemi olmadığını anlıyorsunuz.

Elya Süleyman’ın Filistin’deki evi ve komşusu arasındaki ilişkileri kısa temsiller şeklinde görselleştirmiş. Gittiği her ülke ve kıtada gözünün erdiği her yerde Filistin’i arıyor, buluyor. Yönetmen, başka bir şehre ve ülkeye gittiğinizde her şeyin daha iyi daha güzel olacağı inancınızı sarsıyor. Eğer hayatı bir turist gibi yaşamak lüksüne sahipseniz bunda utanılacak bir şey yok. Eğer yüzeysel bir yerleşiklik içinde yaşamayı tercih ederseniz.

Filistin’deki evinin bahçesindeki limon ağacından izinsiz limon toplayan çokbilmiş bir genç komşusu ve onun yaşlı ve artık hayatı anlamlandırmak için kendi kafasından öyküler uydurup anlatan baba. Elya film süresince hemen hiç konuşmuyor, dinleyen taraf olmaya özen gösteriyor. Bu kendisi gibi olan, ötekinin de ötekisi yani Filistinli Ortodoks Rumluğuna, Filistin davasındaki diğer dinlere inanan ve alt kimliklerin anılmayışlarına gönderme olarak düşünülebilir.  

Doğu sinemacılarının yaptığı bir oyun vardır, gözlerle oynamak. Sözle değil, gözle konuşmak.  

Batı’da kaybolan duygu mimik ve jestler, kayıp olur diye silinmiştir, onlar duygularını saklar, kapılarını hep kilitler. 

Doğu kökenli sinemacılarda gözlerle konuşmak yaşamaya devam ediyor. “Bizde” geçmiş vakitte jest, mimik ve gözlerle oynamayı ise en iyi Yılmaz Güney yapardı. 

Elya film boyunca Filistinli yerli ve milli içeceği rakı içiyor. Tüm dünya unutmak için içki içiyorken, bir Filistinli kendini hatırlamak için içki içiyor. 

Yıllarca pompalanan muhafazakâr imajla gerçek hayatın modern Arap ve Filistinlilerin varlığını, izlerini silmeye çalıştılar.

Yönetmen, egemenlerin, kodamanların ve yancılarının yeniden yazmaya çalıştığı kurgu hayatı kabul etmeyip oradaki gerçeğin izlerini bize sunmuş.

“Bizde” yapılan bir iyilik, bin yerde duyurulmazsa, iyilik yapılana sürekli lütuf yapılmış gibi bakılmazsa olmaz, unuttuğumuz, yönetmenin ölü olduğunu bildiğimiz hareketleri diriltmesi, bunu yaparken incitmeden salt bakışlar ve sakince bir kola giriş sahnesiyle yapması çok hoş.  

Aynı evde, ama ayrı balkonlarda oturan baba ve oğlun birbirini sürekli suçlaması, değiştiremeyecekleri kaderleri ve yoksulluklarının hırslarını birbirlerinden çıkarmaları aktarılıyor.

Kısa diyaloglara dayalı sahnede bin yıllık hesabın yükünü yaşlı ve genç, ölmek üzere olan ile daha yaşayacak günleri bulunan arasındaki çekişme, hedefine ulaşamadıkça suçluyu kendi dışında arayan, koşullara ilenen, kader deyip susan, eşitsiz gelişim yasasından bihaber olanların davranışları iyi yakalanmış. 

Sabahları limon ağacını soyan, Müslüman olduğunu tahmin ettiğimiz genç komşunun arsız, hırsız hareketleri ve balkonunda kendi ağacı yağmalanırken ses çıkarmayan Ortodoks Hıristiyan, davası, toprağı, adı çalınmış ve bunu artık umursamayan Elya. 

Paris’teki evine, yaşamına döndüğünde kim kime dumduma olan Fransa’yı, Batı’yı simgeleriyle birlikte bize sunuyor. Paris’i bize sunarken Kamboçyalı, Rus, Arap, Türk, Japon yüzleri gözümüzün önünden akıtıyor.

“Kimliklerin” sokaklarda sallanarak baştan çıkarıcı bir şekilde gezindiği bir kentte tam bir kimliksizlik hali. Pazar sabahı şişelerin yığılı olduğu sokaklarda sessizce dolaşan Fransız tankları, mekânın sahiplerinin yanıtını veriyor; “kaldırımlarımızda istediğiniz gibi gezebilirsiniz, ama burası Fransa, mekân bizim.” 

Yönetmen, dünyayla alakası sadece dev aynasında kendisi olan aşırı bireyleşmiş, narsist bozuklukları normallik sanan, para için her şeye yapmaya hazır insanları yine bir kafede kahvesini içerek izliyor, bize izletiyor.  

Batı’daki günlük hayatın psikolojik haritasını bize anlatıyor. Doğulu toplumların kodifikasyonuna sahip olanların yaptığını yapıyor, Doğu coğrafyasından gelen bir erkek olarak kadınların bacaklarına ve kalçalarına bariz bakışlar fırlatıyor. 

Avrupa’yı, Batı’yı tanımak istiyorsanız en iyi gün pazar sabahıdır. Tüm sisli durumlar pazar günü ortadan kalkar. Pazar günü sabahı kaldırımlar boyu, kusmuk ve çöplerin içindeki şişe yığınlarını görünce, cemaati kalmamış çaresiz bankamatik rahiplerin üzüntüsüne tanık olunca büyük bir kıyaslama içine girersiniz. Belki de John Berger’e, Elias Canetti’ye, Fuko Babaya hak verirsiniz, belki de France de Banc’a. 

19. yüzyıl boyunca ayakta ve diri olan topluluk ve bireyler, simülasyona razı gelmiş durumda. Elya Süleyman bunu iyi yakalamış, değiştirmeye gücü yok, sadece bizim gibi izleyici. Film aslında biz Doğu toplumlarında yaşayanlar için değil Batılıları uyarmak için çekilmiş gibi. 

Kapkaç yapan melez çocuğu kovalayan, scooter’a binen, paten kayan, görevimi yaparım, ama olmazsa da uğraşmam, diye ortada dolaşan beyaz ırktan polisleri yakalayıp filme iliştirmiş. Keza metro da elinde koca bavulla gezen kadına beş polisin bombacı muamelesiyle açık takip yapması, moda, giyim, cinsel tercih özgürlüklerinin baş tacı edildiği coğrafyanın çelişkilerini iyi örmüş. Koltuk kavgası ve kaygılarının nasıl geliştiğini, insanların birbirini havuz başında uyduruk bir koltuk için nasıl biçtiğini bize göstermiş.

Ortodoks Rum Filistinli Elya Süleyman, Amerika’da Filistin davası için bir konuşmaya çağrılır. Amerika’da geçtiği her sokakta tel örgü, çöp, kusmuk, çelik kepenklerle kapalı dükkânlar ve her an sürdüğü taksiyi kenara çekip ona soyacak aç bakışlı bir siyahi şoför. Amerikalı Elya’ya nereli olduğunu sorduğunda Nasıra deyince hiçbir şey anlamıyor. Elya Filistinliyim deyince haritada yerini bile bilmediği yerin adını haykırıp, hayatımda hiç Filistinli görmemiştim, Karafat değil mi diye haykıran cahil diyaloğunu duyunca kahkahayı patlatıyorum. Amerikalı siyah ya da beyaz fark etmez, filmde beyaz ve siyah adamın cahillikleri çok güzel resmedilmiş. Rahmetli Arafat’a “Karafat” diyen soyguna hazırlanan bir siyahi. Amerika’da Filistin ve orada yaşananlar üzerine seminer vermeye geldiğinde, katılımcı kitle sürekli alkışlıyor. Moderatör yani eski adıyla sunucu, kitleyi uyarmak zorunda kalıyor. Amerikan entelektüel ise ne anlatılacak olanı duymak istiyor ne de orada yaşananlarla bir ilgisi var. Amerikan entelektüeli, liberali tek bir şeyi seviyor, şakşak! Sevgili Filistin dediğinde Amerikan entelektüeli, elleri patlarcasına ve bir beyzbol maçı izlercesine haykırıp, alkışlıyor, moderatör durmaya çalışsa da alkışlıyorlar. Filistin’de olan bitenle ilgileri yok, orada ne oluyor, bu insanlar ne düşünüyor, hisleri nedir, kaldıysa hayalleri nedir, bilmek istemiyorlar. Bir dava var, içerik önemli değil, alkışlayalım arkadaşlar! 

Elya Süleyman, hemen her şeyi açıktan vermiş. Yazının başında dediğim gibi, film Doğu toplumları ya da kendine coğrafyasına başkalaşarak ait olduğu yerden kurtulacağını sanan Türkiye insanları için yapılmamış, tamamen Batı insanına ulaşmak için yapılmış.

Dünyanın öbür ucunda olsa da bir Filistinli -ona hiçbir vakit unutturulmadığı üzere-Filistinlidir. 

Yönetmen, içinde tarot falcısına gidip Filistin için fal baktırıyor. Falcı Filistin’in var olacağını söylüyor, ama bunu ne sen ne ben göreceğiz diyor.

-Var olacağını göremeyeceğiniz bir ülke ve gelecek için neden fal baktırılır ki?