Soğuk Yıllar Üzerine

 

Ocak ayının sonundayız, hiç bir vakit eksiye düşmeyen bir Batı Ege kentinde donmak üzereyiz. Dışarıda tufanı andıran bir rüzgar var. Pencerenin hava geçirmez fitillerinden ıslık sesleri geldi.

İnsan bir garip varlık. Yazın aşırı sıcaklarda kış gelse de kurtulsak diyoruz, şimdi ne biçim kış bu diye yazın gelmesini istiyoruz. Bir öyle bir böyle. İnsanın doğası bu. Kabesi değişim.

Bu kış sadece hava değil, hayatın kendisi de zorlu geçiyor. Sokaklar boş, duraklarda bekleyenler banklara oturamıyor, hareketsizlikten üşümemek için oldukları yerde hareket ediyorlar.

Hareket demişken, sizlere iyi mi kötü mü olduğunu bilmediğim bir haberim var, gençlerin büyük kısmı yurt dışına gidiyor. İyi işte ne güzel gitsinler bize ne, beğenmeyen çeksin gitsin diyen var, etmeyin eylemeyin nedir bu durum bulunur bir kolayı durun diyen de var.

Şu ana kadar konuştuğum yeni mezun arkadaşlarımdan bir kişi dahi ben burada kalırım, gitsem biraz para toparlar geri dönerim diyenine rastlamadım. Gitmek intihar gibidir, salgın gibidir.

Birilerinin uzak, ırak diyarlarda ikinci hatta üçüncü sınıf vatandaş olmayı göze alıp gittiğinde işe girip ekmek kazandığını gördüğünde diğerleri de aynını ister ve yola koyulmanın, gitmenin koşullarını araştırmaya başlar.

Bu satırları yazan da gitme göç etme konusunda karışık duygular içinde, bilesiniz. Yurt dışına giden gençleri ihanetle suçlayamam, aklımı ve ruhumu o kadar kaybetmedim, kalanları zayıflıkla korkaklıkla suçlayamam.

Gidenlere umarım kısa sürede geri dönersiniz diyorum. Biliyorum ki düzelme filan olmayacak. Benimki felaket tellallığı değil, gördüğümü söylemek durumundayım. Kış herkes için ağır ve zorlu geçiyor, bazılarımız için daha zor.

O zaman konuya gelelim, gideceğiz ama nereye, hangi koşullar bizi bekliyor? Bizi havaalanından alacak bir akrabamız, arkadaşımız var mı? Hiç kimsesiz nasıl bu işe kalkışacağız? Onu da anlatayım.

E biz balığı pişirip önünüze tabakla koyanlardan olmadığımıza göre, bir kitap işaret edeceğim, okumanız için. Belki okursanız bu gitmeler, göçmeler vs.vs. durumlarını tekrar gözden geçirirsiniz.

Ocak ayı başında işyerim kapalı olduğu için hafta içi memleketim Akhisar’a gittim, toplamda dört yıl falan oldu uğramayalı.

Mezarlıkları gezip gerekenleri yapıp, sevdiğim insanları gördüm; büyüklerimle ve arkadaşlarımla buluştum. Akhisar’dan dönerken Ali Özenç Çağlar ağabey ile buluştum. Buluştuğumuzda bu gitme konusunu konuştuk, ona bazı tasarılarımı büyüğüm olarak gördüğüm için açmakta sakınca görmedim.

Biz yaşanmışlık ve inanmışlık bakımından çok akçeli işlere kalkışamayız, kalkışsak kimse bir şey diyemez o da ayrı bir durum. Hayatımızı yaşarken dikkatli ve abartılı olmamaya özen gösteririz.

Ali Ağabey’in sesinde ve bakışlarında ilginç bir tutukluk vardı, tam bir şey diyecekmiş gibi bakıp ellerini iki yana doğru salladı, bir şey diyecekti, anlattıklarımla ilgili, demedi; ben oradan ayrılmadan iki kitabını hediye etti.

Hemen alır almaz okuyamadım, çünkü gündem çok karışıktı. Roman okumak için sakin bir ortam ve kendini bir çok şeyden soyutlamak gereklidir. Bu gerekliliği ben odaklanmayı sağlamak adına savunuyorum, uyguluyorum. Her vakit olduğu üzere, miligram umut olarak başlayan tüm olan biten konuşmalar, tartışmalar yine sarpa sardı.

Boğucu, kısır, bir yere varmayacak siyasi küfürleşmeleri hıncı, kinci izleyip sosyal medyada bir süreliğine ara verip kendimi kitap okumaya verdim. Tam da aradığım kitapla başlamışım meğer.

Soğuk Yıllar romanı o gün bana gitmek konusunda ikircimli tavır sergileyen Ali Ağabey’in bana diyemediklerini dedi. Çünkü bu romanın yazarı tam otuz sekiz yıl Avrupa’da kalarak, oralarda bir yabancı işçi, ilticacı olmanın, ötelenmenin, horlanmanın, mezarlıklarda, pasajlarda yatmanın ne demek olduğunu çok iyi biliyordu. Ayrıca, saati 1, 1.5 mark’a, Euroya, eksi 10 derece soğukta kar kürüyerek ayakta kalmanın, karın doyurmanın acısını da dibine kadar yaşamış biriydi kendisi. Çünkü Avrupa, Almanya burada söylendiği gibi hiç de pembe kartpostallardan oluşmuyordu. Neyi nasıl anlatabilirdi ki karşısındakine. Demek, gidecek olan da, oralarda payına düşeni önceden kabullenmek zorundaydı. Bu haliyle Avrupa, ya da özelinde, Almanya ne övülebilir ne de yerilebilirdi. Sonuçta, kendine güvenen çeker giderdi.

Roman, Türkiye’den Almanya’ya zoraki gitmek durumunda kalan insanların başından geçenleri, belgeseli aratmayacak şekilde, ciddi araştırmalar sonucu kaleme alınmış bir çalışmaydı. Romanda verilen örnekler, bir yandan Almanya’nın tarihi sürecini işlerken, yabancılara karşı girişilen kundaklamaları Solingen yangını ve beş Türk’ün yakılması olayı ile sizleri yüz yüze bırakarak, olayı gelip Sivas-Madımak yangınına bağlayıp, aslında, nereye gidersek gidelim, eğer mücadele edilmezse, faşist güçlerin dünyadaki her kara parçasında bizim ensemizde olduğunu göstermekteydi. Roman, bunu bize yalın bir dille anlatıyordu.

“Bir grup sığırcık, gri bulut gibi başının üzerinde dönerek karşı yamaçtaki zeytinliğe doğru uçtu. Cemre inmiş, toprak ısınmış, köylüler de yavaş yavaş göçüyorlardı artık. Akşamdan yağan çiğ damlacıkları yaprakların üzerinde güneşin çarpan ışığıyla renkten renge girerek buharlaşıyordu.” (Çağlar, 2019, sf: 27)

 Eğer Akdeniz iklimi dışında bir yere gidecekseniz, gri bunalımlı gökyüzüne hazır olun, soğuk kara kışlara, dilden yaratılmış izolasyona hazır olun. İki sözcük Türkçe konuşmak için çiğ köfte partilerine katılmaya hazır olun. Sakın ha gelmeyin buralar çok kötü ha diye size konuşanlara boş verin, onlar çalıştıkları işleri siz ellerinden alacaksınız diye haydut ağzı yapıyor.

Kanmayın, gidin kendiniz karar verin ve sızlanmadan payınıza düşeni yaşayın; hayat sadece iyi bir telefon değil, yeni bir bilgisayar tablet değil, orada hasta olduğunuzda sırtınıza kim bardak vuracak? Paranız bittiğinde size kim çıkma yapacak? Soğuk Yıllar kitabında yurt dışına yolu düşen “gurbet kuşları” için çok fazla anekdot var. Gerisini google map ile halledersiniz.

Bunları yazıp çizip dört beş yıl sonra bohçayı toplayıp ben de yola koyulabilirim. İnsanız işte bir öyle bir böyle.

*- Soğuk Yıllar, A. Özenç Çağlar, Artshop, Ocak 2019, 1. Basım, 280 sayfa.