Yanık Ekmek Yiyen Cennete Gider


Pazar günleri çalışmıyorum, haliyle evdeki sabah erken kalkıp kahvaltıyı hazırlama işi bende. Benimkiler uyanmadan sofrayı hazırlamalıyım, acele.

Hayatım boyunca hep hızlı hareket etmeye çalıştım, her hızlı hareket ettiğimde ise bir şeyleri kırdım, döktüm, hiç akıllanmayacağım sanırım. Azıcık ağırdan almayı bilseydim ne olurdu sanki Allah’ım!

Tabakları dolaplardan çıkarırken mutfak sanki panayır yeri, bir gürültü yapıyorum. Özünde sessiz biriyim amma acelem varsa ve tribünleri dolu gördüm mü ver senfoniyi ver Beethoven’ı verr!

İş yapıyoruz ya herkes görecek illa! Hayat müşterek düsturumu yaşayayım derken daha çok ses çıkarıyorum. Halt ediyorum. Yumurtayı tavaya kırmadan ulaştırabilsem bari.

Tabakları düzgünce yerleştirdim, çatal ve bıçak olması gerektiği yerde, masada siyah zeytin, yeşil kırma zeytin, lutenitsa, domates, salatalık, tulum peyniri, çeçil peyniri, reçel çeşitleri, Burhaniye’nin köylerinden gelme hakiki çam balı, tereyağı, kuru kayısı, birkaç parça ceviz.

Demlikte çay kaynamakta, çember benim için daralmakta. Uyuyanları uyandıracak Afyon sucuğu tavada cızlayıp rengini almaya başladı, geçen günkü Ay uydusunda yaşanan kırmızı ay geliyor aklıma, neden acaba?

Ekmek kızartma makinasını dolaptan dikkat etmeden çıkarıyorum, hayret hiç gürültü yapmadım, metal aparatını yere düşürmedim, acele etmedim, her şey olması gerektiği gibi oldu, hay Allah, sürati düşürüp akışına mı bıraksam? Ameliyathanede beyin ameliyatı yapmayacağız, altı üstü bir kahvaltı yahu! Video sitesinin kafa bibikleyen reklamı bitti, leylim leyy ve de leylim leyy!

Ekmekleri içine yerleştirdim tuşuna basmadım, mutfağa gelsinler hemen ateşleyeceğim. Sucukları servis edip, mutfağa doğru gelen ayak seslerine müteakip sabah dokuz sularında kayıp vermeden, sandalyeme başarıyla oturdum.

İşte başarıyla sonlanan bir fiil daha. Oysa biz, fiilin kendisini sevmiştik, sırf fiil olsun diye. Türkçe’de bir kural vardır, bir sözcüğün sonuna –mek, -mak eki getirildiğinde, sözcük anlamlı söylenmiyorsa ve bir anlam ifade etmiyorsa o sözcük fiil değildir, yaptığınızın her iş için kullandığınız sözcüğe –mek, -mak ekini deneyin. “Fiil” sözcüğünü Türkçe sözcük olan eylem diye yazacaktım, aman şimdi bir sözcük yüzünden tadımız kaçmasın.

Keyifle başlayan kahvaltı, benim, açlıktan, bencillikten, hasetlikten, hep ben demekten, gözümün dönmesiyle aile içi drama dönüşmekteydi, saniyede 4 çatal hamlesi desem size.

Güm güm atıyorum lokmaları, yavaş ye diye uyarılara aldırmıyorum, hayatın tadını almayı bekleyemeyecek kadar açım çünkü. Anlayamazsınız. Video sitesinin reklamı bitti, tekrar şarkı başladı, Sivastopol önünde… Kalkan kaşlar ve salise içinde kapatılan şarkı…

Tık diye atan ekmekleri makinadan çıkarıp servis ediyorum. En yanık ekmeği kendime ayırıyorum.

          Evdekiler bu öyküyü bildiğinden, sürekli dinlemekten gına geldiğinden, onlara değil sizlere anlatayım.

Biz, bir ordu kuzen, anneannemizin bahçeli evinde büyüdük, anne ve babalar çalıştığından gündüzleri anneannede kalırdık. Hayat bizim için harikaydı.

Bahçeli bir ev, yollarından araç geçmeyen sakin sokaklar, göçmen mahallesindeydik. Her evde bir alay çocuk, ister toplaşıp maç yap, ister bülbül fakı kurup bülbül yakalamaya çalış, uçurtma uçur, karınca ya da köpek güreştir, kertenkele tut, başka mahallenin çocuklarıyla kavga et, yetmezse mahalleye dönüp kendi aranda kavga et, birbirinin üstüne kedi at, yakalamaç oyna, velhasıl kelam canımız ne isterse yapıyorduk. Ortamımız süper.

Anneannemin bir ablası vardı, adı Şaziye. Ben ona Şaziye Tiize (teyze) derdim. Bize nasıl taşındı, daha önce ne yaşadı, ne kahırlar yaşadı, öyküsü neydi bilemiyorum, sonradan araştırmadım da. Şimdiki aklım olsa konuştururdum onu ve diğer büyükleri, en azından konuşturmayı denerdim.

Terk edilmiş, kerpiç briket, tuğla karışımı bahçeli evlerde oturan insanlarım, kendilerini değerli görmediklerinden mi konuşmadılar, geçmişteki delilik ve kötülükleri bire bin katarak anlatıp intikam peşine düşecek birer katliam makinası olmamızı mı istemediler, bilemiyorum. Tabii bu ülkede her anneanne veya tiize aynı zihinde değil, onların torunlarını büyütürken anlattıkları öyküler, vahşet, bugüne öyle ya da böyle etki etti, ediyor. Beni ilgilendirmiyor, benim büyüklerimin öykülerinde de acı var ve bundan ihtiyaç olmadıkça, darda kalmadıkça çok nemalanmayı düşünmüyorum.

Şaziye Tiizem, bir süre sonra anneannemizin evinde bizle beraber kalmaya başladı. Her çocuk gibi önce daha önce görmediğimiz, tanımadığımız yabancı tiizeyi yadırgadık, ona türlü fenalıklar yaptık, anneannemizin uyarılarına, terliklerine rağmen fırsat bulunca kadını üzdük, haylazlık yaramazlık gırla.

Bir süre sonra sırf eğlence olsun diye yaptığım hareketlerden, fenalıklardan, rahatsızlık duymaya başladım, onu kızdırmayı azalttım, zamanla bıraktım. Benden daha ufak olanları ekstra gaza getirmedim, bir nebze tutmaya çalıştım.

Şaziye Tiize’ye yaptığım fenalıklardan kendime kızmaya başladım, o gün bugündür kendime hep kızgınım. Yaptığım aptallıklardan utanç duyarım. Pişmanlık duyarım diyeceğim fakat ben pişmanlığı pek bilmiyorum. Utanç sözcüğü benim durumumu daha doğru açıklar.

          Kimi geceler Tiizem ve anneannem aklıma gelir, uyuyamam, yataktan fırlarım, boğazımdan kafama doğru bir yangın yükselir. Keşke az üzseydim ufak tefecik çekik gözlü, güleç yüzlü yaşlı tiizeyi ve anneannemi diye üzülürüm. Aklım başıma geldiğinden beri acısı beni yakar. Bunları yazarken bile içim yanıyor. Aslında severdim, aileye sonradan gelen Şaziye Tiize’yi de.

Ne bileyim, kendinizden büyük birini kızdırmak, sırf laf olsun diye damarına basmak, eğlenceli geliyordu, onun size büyük ve yaşlı olduğu için bir şey yapmayacağını bilmek, anneannem gibi gereken yanıtı vermeyeceğini bilmek çocukken temel itkiydi sanırım.

         Mevsim kış. Salondaki soba papa papa papa diye yanıyordu. Üzerinde güğüm, çaydanlık kaynarken hepimiz yerde sininin etrafında toplanmış kahvaltı ediyorduk, çatallar çarpışıyordu, kalabalıktık ve acelemiz vardı daha bahçede sokakta oyun oynayacaktık.

Ekmekleri sobanın üstünde dizili, içerisi mis gibi ekmek kokuyordu. Ekmeklere yağı anneannem ya da ben sürerdim. Ufak olanları bıçakla çok oynatmazdık, Şaziye Tiize’nin gözleri artık eskisi gibi keskin değildi, onunkini de hazırlardık. Sobanın üstünden ekmeği zamanında almazsanız, kömüre döner.

 Şaziye Tiize, yanık ekmek yiyen cennete gidermiş dedi bir gün. Ekmekleri aman ha ziyan etmeyin derdi. Biz ufaklar tiizenin ne dediğini anlamaz, bazen yanık demeden ekmeği yer bazen yemez sininin altına ayırırdık, biz ne bilelim yokluğu, yoksulluk vardı ama yokluk çok yoktu. Yokluğu onlar tatmış, bir dilim ekmeğin değerini o nesiller görmüş. Biz büyüyünce okudukça fark ettik.

Her yanık ekmek yediğimde, gözleriyle bizi bağışladığını gösteren tiizem gelir aklıma.

Bunu bizim iş yerinde kantini işleten benden yaşça hayli büyük bir ağabeyime anlattım, anlatayım yüküm hafiflesin, anlatayım ki içimin yangını dinilensin, anlatayım ki biraz ben de huzur bulayım. Anlattıklarım kantinci ağabeyin de içine işlemiş. Sabahları gevrek alacağım zaman bana ve kendine “cennet bileti” olarak en yanık gevreği ayırır.

Bana çocukken yapılan fenalıklar günah yazmaz dedi, ama içim hala bu konuda dolu.

Günüm dolup öbür tarafa geçtiğimde, kalabalıkta bulabilirsem hem anneannem hem de Şaziye Tiize’den özür dileyeceğim. Umarım bana tekrar sarılıp özrümü kabul edip, “aptallıklarımı” yine affederler.

 

İnan Sabırcan

30.11.2018-İzmir