Mzaffer

 

Yaşam bizim için mesai sonrası başlar.

Yaz mevsiminde, her cumartesi öğleden sonra, işten çıkıp eşimi ve oğlumu görmek için dört saat yol gidiyorum.

Hedefime ulaşıp, yol üstünde durakta inip, sanki ben Abd başkanıymışım gibi tüm ciddiyetimle eşimi yani Pentagon’u arayıp, alınacak bir şey var mı, ben indim deyip, Pentagon’un talimatlarını kafama not edip alınacakları alıp bizimkilerin yanına yürüyorum. Eve, hedefe ulaşmak için iki yol var.

Komşuların anlattığına göre, emekli yalnız ve sanırım deli olan albayın insan boyundaki insanı rahat rahat yiyecek dört beş koca köpeğiyle beraber yaşadığı evinin önünden yürümeliyim.

Olmadı, yapamadım, maça yemedi diyelim, yolu uzatıp, dere tarafındaki yoldan dolaşırım. Hem yürüyüş yapmak kalbe iyi gelirmiş, toktorlar öyle diyor.

Akşam hava ne aydın ne karanlık, alaca vakitte tam çökmemişken, albayın köpeklerinin tehditkâr hakaret ve hareketlerine katlanamayacağımı düşünüp dere yoluna doğru yolumu yine uzattım.

Bin yıldır yan yana evlerde kalıp, tanışamadığım Özgür K.’nın evlerinin, villasının önünden kafam yerde yürümeye devam ettim, geçerken hiçbir bahane olmadan, bir merhaba deyip tanışmalı mı, yoksa tanışmamalı mı? Devam.

Mzaffer ağabey, sokağın hemen köşesindeki iki katlı ve hatırladığım kadarıyla sarı, yeşil, mavi, gri renklerle bezeli (hay Allah renkleri unuttum.) evinin önüne katlanır tahta sandalyesi üstünde oturup sesi çok açtığı teybinden sevdiği şarkıları dinlerdi. Boynunda altın olduğunu düşündüğüm kalın zincir kolyesi vardı.

Şimdi araya girip şöyle bir şey diyeyim, ben altın zincir kolye, künye vs. takmamın, doğum günü kutlamanın pek olmadığı bir hayat sürdüm, öyle gördüm. Onu öyle gördüğümde hep bir irkilme yaşardım ve hemen toparlayıp beni hiç ilgilendirmeyen bu durum karşısındaki irkilmemden utanıp gerçekle yüzleşip acı çektim. Yüzleşmeliydim yahu, ya emekli ve yalnız köpekçi albayın boyum kadar yamyam köpekleri ya da künye zincir, yüzük ile Mzaffer ağabeyle yüzleşmek…

Birileri, bir şeyleri giyer veya takarken ya da hiç takmazken,  kimsenin kimseye akıl ahlak düstur satmayacağı günlerin gelmeyeceğini, karanlığı iliklerime kadar bizzat yaşattırılarak öğrendim, herbilenoglar coğrafyasında bırakın isteyen istediğini giysin giymesin diye bir şey olmayacağını net olarak biliyorum.

Aydınlık zaten asla ve katiyen gelmez, alacayı görürsen öp de başına koy. Gerçeği söylemek belki bizi iyileştirir, en azından gereksiz itiş kakıştan vazgeçeriz.

Bazen aklıma geliyor, kimse kimseye karışamaz derken bile acaba karışmış mu oluyoruz? Böyle durumlarda yaşım arttığı için artık susmayı tercih ediyorum, susmalı, konuyu değiştirmeli ya da oradan acil sıvışmalı.

Yaz mevsiminde her cumartesi akşamüzeri, eşimden oğlumdan önce bizim Mzaffer ağabeyi gördüm.

Mzaffer ağabeyin sandalyesinde oturduğunu, orada olduğunu bilmemin verdiği huzurla sokağa girerdim, o hiç sektirmeden bana, enişte hoş geldin der, formaliteden hasbihal eder, sıcaklardan ya da gece esen poyrazdan şikâyet ederdi. Gündüz lodosun denizi soğuttuğundan dem vurup, anlatacakları kısa tutup, uzun yoldan geldiğimi bilip beni azat ederdi.

Tahta sandalyesinin iki ayağında yaylanıp mutlu mesut oturmaya devam ederdi. Vakit geçtikçe bana bu karşılaşma ve konuşmalar, yüzleşmeler ayin gibi gelmeye başladı. Mzaffer ağabeyin samimiyetini severdim.

Aptal kitapların ve aptal dünya görüşleriyle, aptal insanların, modernist kibir ya da çokbilmiş yobaz cehaletinin kirletemediği bir ses tonu, yüz mimikleri vardı.

Anlatacak çok acayip bir öyküsü var mıydı, duvarlardan geçip, gözlerinden lazer çıkarabilir miydi, gökten yağan taşları yumruklarıyla kırar mıydı, on iki eylülde yüz gün süren işkence tezgâhlarında aklını, ruhunu mu yitirmişti, öğretmenken yıllarca açığa mı alınmıştı, belki hiçbirini yaşamamıştı, bilmiyorum. Geceleri süper kahraman kıyafetlerini giyip mazlumlara yardım mı ederdi, bilmiyorum.

Ben yorgundum, yoldan gelmiştim, kendim kendi varlığıma bile zor katlanırken, lafı fazla uzatmayıp, uzardım.

Yine bir hafta sonu, durakta indim, deli olduğu düşünülen albayın, beni yemek isteyen yamyam köpeklerini düşündüm. Ne albaya ne yamyam köpeklerine tahammül edemeyecektim, yine yolu uzattım. Mzaffer ağabeyin zincirine künyesine kurban olayım ben.

Sokağa girdiğimde gözlerim Mzaffer ağabeyi aradı, hayret yerinde yoktu, sokağı dolduran müzik sesi yoktu.

Şimdi, evinin balkonunda oturmuş bana tanımaz gözlerle bakıyordu. Gözlerimle tebessüm edip kafamı sallayıp duyar mı duymaz mı bilmem bir ses tonunda, selamladım, o da bana el salladı ama gözleri bir yabancının yahu kimdi bu herif şimdi ya tedirginliğindeydi.

Bir bilinmezde miydi? Bilmediğim topraklara mı geçmişti? Öyle tanımamış baktı ki bana kafamı yere eğip suçu üstüme alıp, utandım.

Hep tanıdığın ama hiç tanışmadığın bir insana gidip merhaba ben benim ağabey diye kendini tanıtıp konuya girmek, olmaz ki böyle yani!

Akşam başka bir komşuya, akrabaya davetliydik, dertler ve kahkahalar derya deniz.

Beraber oturduğumuz ağabeyle karşılıklı iki kadeh parlatmışız, çok mu, gözlerimiz çakmak, yaşadığımızı hatırlamışız, karnımız doyuyor, sevdiklerimiz evlatlarımız yanımızda daha ne isteyelim hayattan diye düşünüyoruz.

Hayat dediğin dilek ağacı gibi. Bir şey istiyorsun eğer gerçekle bağı varsa hemen gerçekleşiyor. Yok, gerçekleşmeyecek bir isteğin mi sanal âlem var. Herkesin beş dakika yazar, herkesin yarım saat sevgi pıtırcığı, herkesin bir saatliğine vejetaryen, herkesin üç dakika liberal, demokrasi bülbülü, herkesin on yedi yıldır zorba, herkesin her daim herbilenog olduğu alan var. Sanal, gerçek hayattan daha önemli ve değerli, dolar gibi avro gibi. Gerçek dünya ile kimsenin alakası kalmamış, tabi bunu söylersen suç, söylemezsen yine suç.

Mzaffer ağabey, bizim oturduğumuz yere yakın olan balkona yanaşıp hayat öyküsünü anlatmaya başladı.

Odaklanmada sürekli sıkıntı çeken biriydim, bir şey ya da başka bir konuyla ilgiliyken daha iyi dinliyordum ve bu özelliğimle de kavgalıydım, kendime yine savaş açmıştım, o gün telefonun cam ekranını ters çevirip, tek bir adet bildirim dahi okumadan, gözlerimi sonuna kadar açıp, Mzaffer ağabeyin anlattıklarına odaklandım. O anlatıyordu ben dinliyordum, şimdi derseniz ne hatırlıyorsun, hiçbir şey. Hatırladığım şey anlattıklarının yarattığı acı.

Geçen gün Mzaffer ağabeyden haber geldi, hastaydı, çok önceleri kaçak yerleşip sonra işi yasala, deftere uygun hale getirip uzun yıllar çalışıp yaşadığı İsveç’te vefat etmiş.

Hayatı kavgayla geçmiş bir çalışan daha göçtü öte tarafa. Yaşamak için savaşan, bana o gece anlattığı yaşam öyküsü dışında elinde tek bir belgesi olmayan, kendini aklayamayan, yüceltemeyen bir adsız sansız daha sessizce gitti.

Hayatı boyunca sattığı gevrekleri o gün satamadığı için akşam yemeğinde yemek zorunda kalan, hayatı biraz düzene girince bir daha hayatı boyunca gevrek yiyemeyen bir çalışan daha. Öyle kâğıttan düdük, flüt bilmezdi.

Ne dinleyecekse, kasetçalardan çalardı. Düz adamdı dürüst adamdı, harbiydi. Gölgede duranın gölgesi olmaz deyip güneşin alnı kabağında namusuyla yaşayıp, çarpışıp, arkasını dayamak için yaslanacak direk aramayanlardandı.

O geceden aklımda kalan ve yazabileceğim tek cümlesi….

Yine unuttum.

 

İnan Sabırcan

07.12.2019-İzmir.